“Hz. Peygamber ve Şehir Tasavvuru” başlıklı 18. DOST İslâm’a Hizmet Ödülleri takdim töreni 18 Ekim Pazartesi günü ONLINE olarak gerçekleştirilecektir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) doğumunun yıldönümünü ve herkesi tevhid bayrağı altında toplayan sevgisini idrak etmek gayesiyle her yıl verilmekte olan “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri” 18 Ekim Pazartesi günü ONLINE olarak gerçekleştirilecek olan törenle sahiplerini bulacak.
"Hz. Peygamber ve Şehir Tasavvuru" başlığı ile düzenlenecek gecede takdim edilecek 18. “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri, Türkiye’den Sadettin Ökten’e ve yurt dışından Seyyid Hüseyin Nasr'a veriliyor.
ÖDÜL TÖRENİ TARİHİ: 18 Ekim 2021 Pazartesi, Saat: 20:00
Gecenin Sponsorları: Nefes Yayıncılık ve Tuti Kitap
Katılım, herkese açık ve ücretsizdir.
***18. DOST - İslâm'a Hizmet Ödülleri Takdim Gecesi canlı yayını, Nefes Yayınevi A.Ş. tarafından gerçekleştirilmektedir.
Sadettin Ökten 1942 yılında İstanbul’un Beyazıt semtinde dünyaya gelir. Babası İmam-hatip okullarının kurucusu olarak bilinen Mahmud Celâleddin Ökten’dir. Annesi kelâm-ı kibar sözleri ile hayatına tesir eden Emine Mahmude Hanım’dır. Baba tarafından Gürcüzâdeler olarak bilinir. Çocukluğu kendi tabiri ile/söylemiyle “Okul, ev, cami, tekke ve akrabalar beşgeninde” geçer. Ökten’in beş kişilik ailesinin her bireyi, çocukluğunun sadece tatlı bir anısı değil aynı zamanda bir görgünün, bir yaşam biçiminin hatta tam anlamıyla bir medeniyetin izlerini taşır.
Celâl Hoca olarak tanınan baba Mahmud Celâleddin Ökten, hayatını ilme, okula ve öğrenciye adayan, Arapça, Farsça, Fransızca bilen, özellikle Arap edebiyatına vukufuyla tanınan, İslâmî ilimler yanında Batı kültürünü de yakından incelemiş bir din âlimidir. Genel felsefe, kelâm ve İslâm felsefesi alanlarında iyi yetişmiş, bu konularla ilgili olarak Arapça ve Fransızca’dan tercümeler yapmıştır. Şeyhi İbrahim Fahreddin Erenden’in etkisi ile İmam-hatip okullarının kurulması için büyük bir çaba sarf etmiştir.
Ciddi bir insan olan Celâl Hoca, lâtife yapmayı da seven, çocuklarına oyun şeklinde beyitler okuyan ve ezberleten, düzgün bir Osmanlı Türkçesi konuşan bir şahsiyettir. Onlara sık sık “kulağınızı kirletmeyin, gözünüzü kirletmeyin” der, akşam yemeklerinden sonra siyer-i Nebi’den kıssalar ve ashabın hallerini anlatır, manevî değerlerin doğruluğunu bu yolla aktarırdı. Sadettin Ökten’in mânevî dünyası, birinci okulu olan babasından dinlediği bu kıssalarla çocuk yaşlarında inşa edilmeye başlamıştır. Baba-oğul arasındaki ilişkilerinin günümüzdeki gibi olmadığını, eski (kadim) bir usul ilişki olduğunu söyleyen Ökten, beş-altı yaşlarındayken Vefa Lisesinde muallim olan babasının eğitim metodunu “Birtakım taşları koyuyor, işaret taşlarını, zihninize ve gönlünüze ve geri kalan alanı size bırakıyor. Benim rahatlığım da oradan geliyor olabilir. Sonra siz el yordamıyla buluyorsunuz o alanda yolunuzu. Ama öyle güzel koymuş ki o taşları. Taşların dışına çıkmıyorsunuz, çıkamıyorsunuz…” sözleriyle anlatır. Kendi ifadesiyle anne ve babasının taht-ı terbiyesinde büyüyen Ökten, her semineri, her konuşması, her sohbetinde, “biz dini evde yaşayarak öğrendik” diyerek bizzat şahit olduğu anekdotları, hikayeleri ve hatıralarını aktarır.
Çocukluğu ve gençliği İstanbul Fatih ilçesinde geçen Ökten, 1959’da Vefa Lisesinden mezun olur. Ardından girdiği İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden 1964 senesinde mezun olur. Aynı yıl Mimarlık Fakültesi’nde “Yapı Statiği ve Betonerme” kürsüsünde akademik hayatına başlar. Burada Batı rasyonalitesiyle ve Alman ekolüyle tanışır. Ökten üniversite yıllarında sanatsal faaliyetlere de ilgi duyar, İstanbul Üniversite Talebe Birliği Korosu’na korist olarak katılır. Sonraki yıllarda da İstanbul Belediyesi Konservatuarı’na devam eder. 1971 ve 1973 yılları arasında iki yıl süre ile ABD’de Lehigh (Lihay) Üniversitesi’nde misafir doktora öğrencisi olarak bulunur. Ökten, 1977’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde doktor unvanını alır. 1979-1980 akademik yıllında gittiği Belçika’da, Liege (Liyej) Üniversitesi’nde doçentlik tezini hazırlar. ‘Çelik endüstri yapıları’ konusunda hazırladığı tezi ile 1982 yılında doçentliğe yükselir. 1985 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden ayrılarak Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde Yapı Mühendisliği Bilim Dalı’na geçen Sadettin Ökten,1989 yılında bulunduğu bilim dalında profesör olur, 2004 yılında ise kendi isteğiyle emekliye ayrılır.
Ökten, Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki yıllarında yapı mühendisliği ile ilgili çalışmaları dışında bilim tarihi, teknoloji tarihi ve yapı teknolojileriyle de ilgilenmiş ve mühendisliğin sosyal etkileri üzerinde incelemeler yapmıştır. Bu çalışmalardan çıkan sonuçları lisansüstü öğrencilerine derslerde paylaşmıştır.
Ökten, 1969’da dünya evine girdiği Meriç Hanım ile evliliğinden 4 çocuk sahibi olur.
Ökten’in, babasının muhitinden tanıdığı, küçüklüğünden itibaren kendisine yön veren, fikir ve düşünce dünyasına katkı yapan önemli şahsiyetler arasında;
* Gençlik yıllarında tanışma imkânına sahip olduğu ve hayatında aldığı önemli kararlarda fikirlerinden istifade ettiğini belirttiği feraset ve basiretiyle yol gösterirken muhabbetiyle sarmalayan Fethi Gemuhluoğlu,
* Hayatında önemli izler bırakan, hep güzeli görüp etrafındakilere bu güzellikleri aktaran, sadece sözleriyle değil, yaşayışıyla da kendisine örnek olan hocası Mahir İz,
* Tavsiyeleriyle mühendislikte karar kıldığı, “Hayatımda çok mühim bir yere koydum. Beni inşa eden insanlar arasında çok mühim bir yerdedir; fiilen inşa etmiştir” dediği Nurettin Topçu yer almaktadır.
Bu insanların, Hakk’ı söylediklerini, güzel bir hayat tasvîr ettiklerini ve güzel yaşadıklarını düşünen Ökten, bugün kendisinin de onların açtığı yolun ışığında yürümeye çalıştığını ve onların söylediklerini söylemeye devam ettiğini ifade eder: “Bu ilim, hikmet ve muhabbet saklanamaz. O sizden intişar eder. Onlar bu intişarı yaptılar ve biz hâlâ yolumuza o grubun ışıklarıyla devam ediyoruz. Onların söylediklerini söylemeye çalışıyoruz insanlara…”
Yayımlanma tarihlerine göre eserlerini sıralarsak,
Kollektif olarak yayınlanan Mesken ve Mesken Mimarımız (2003),
Batıda ve Türkiye’deki kapitalizmin ortaya çıkış serüvenini mukayeseli bir şekilde anlattığı Fincanımda Cola Var! (2014),
Çocukluk ve gençlik dönemlerini ve yetiştiği aile ortamını anlattığı Örselenmiş Osmanlı’dan Medeniyet Umuduna (2014),
Sanat hakkında muhtelif dergilerde yayınlanmış yazılarının derlemesinden oluşan Gelenek Sanat ve Medeniyet (2015),
Yahya Kemal’in on dört şiiri üzerinden yola çıkarak onun yaşadığı İstanbul’u şiirleriyle bize sunarken kendi şahit olup yaşadığı İstanbul’u ise değişen ve dönüşen yönlerini, yine kendi algısı, duygu ve hissiyatıyla kaleme aldığı Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı (2015),
Yine Yahya Kemal’in şiirinden yola çıkarak bugün ve düne dair değerlendirmelerini içeren Yahya Kemal’in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar (2015),
“Şehir” kavramını bütün boyutlarıyla ele aldığı İçimde AVM Var (2015),
Kendi şahsiyetini inşa eden aile büyüklerinden ve hayatını şekillendiren hadiselerden bahsettiği Hayatımdan Portreler (2016),
John B. Harrison ve Richard E. Sullivan’ın “A short history of western civilization” kitabının tercümesi “Batı Uygarlığının Kısa Tarihi” (2017),
Sanata dair düşüncelerini ve deneyimlerini sunarken aynı zamanda İslâm medeniyet tasavvurunun sanatı ile modernist Batı’nın sanatını örneklerle karşılaştırarak iki farklı sanatsal serüveni değerlendirdiği “Aslında bir Sanat Var” (2019),
Kemal Sayar’ın Sadettin Ökten ile yaptığı radyo programındaki konuşmalarının kaleme alındığı Gönül Sadasından Akisler Serisinde yayımlanan kitapları, “Dünyaya Geldim Gitmeye” (2019), “Aşk ile Ânı Seyretmek” (2020) ve “Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik” (2021).
Sadettin Ökten’in bu bahsedilen eserleri dışında medeniyet tasavvuru, şehir, kültür ve medeniyet konularında katıldığı pek çok ders, konferans, söyleşi, televizyon ve radyo programları bulunmaktadır.
Son yıllarda medeniyet alanında yaptığı okuma ve çalışmalara ağırlık vermekte, bu alandaki düşüncelerini gerek kitaplarında, gerekse konferans, söyleşi, yazılı ve görsel medyada zaman zaman paylaşmaktadır.
Sadettin Ökten, 2020 yılında, Türkiye’nin kültür ve sanatının yücelmesi için uğraşan, Türk kültür ve sanat hayatına önemli katkı sağlayan, özgün eserleri ya da hizmetleriyle üstün kabiliyet sergileyen kişi ya da kurumlara verilen Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nin kültür tarihi alanında, ödüle layık görüldü.
Ökten’e göre insan; yaşamak için birtakım değerler belirlemek, birtakım kabuller yapmak ve onlara inanmak zorundadır. Bu bir medeniyet tasavvurudur ve hayatı yaşanır kılar. Değerler bu referansa göre şekillenir ve değerleri hayata taşıyan davranışlar da yine bu referans sisteminin eseridir. Hatta değerlere uygun davranılmadığında uygulanan yaptırımlar da yine o değerlere aittir.
Ökten’e göre medeniyet tasavvuru, bir inanç sistemidir fakat sadece inanç sistemi olarak kalmaz. İnancın hayata nasıl geçirileceğine de atıfta bulunur, yollarını söyler, usulünü, adabını, prensiplerini inşa eder. Bu; bir sözdür, bir manifestodur, bir anlayıştır… Bir medeniyet tasavvuru, hiyerarşik bir değerler sisteminden oluşur. Davranışları ve davranış üslubunu tanımlar. Hayata yansıdığı zaman da, yani tercihlerimiz, seçme yeteneğimiz devreye girdiğinde de ‘kültür’ ortaya çıkar.
İnsanlar, medeniyet tasavvurunu bilirler, idrak ederler ve inanırlar, severler ve iman ederler… Aksi halde o tasavvur istikametinde bir davranış biçimi oluşmaz. Böylece insanların hem aklen bildiği hem duygu alanında idrak ettiği, hissettiği, eski tabir ile temellük ettiği ve severek inandığı bir yapılanma ortaya çıkar. Bu yapılanma ile insanlar, toplumlar hareket ederler. Bunun için de birtakım temel değerlerin toplumun bütün kademeleri tarafından benimsenmesi, sevilmesi lazımdır ki birlikte hareket ortaya çıksın. Toplumu fitneden ve kaostan uzak tutmak, nizam-ı âlemi temin etmek, yani ‘kozmosu’ sağlamak için bir düzen lazımdır. İşte bu sisteme, ‘medeniyet tasavvuru’ denir.
Sadettin Ökten, bugün yaşayan iki medeniyet tasavvurundan bahseder. Biri değerler manzumesi bireyciliğe ve rasyonaliteye dayanan, sekülerizm çıkmazında her geçen gün kan kaybeden, modern insanı ve tüm dünyayı bunalıma sokan Batı medeniyeti; diğeri öz ve değerler sistemi ahlâk, hak, adâlet, sevgi, şefkat, merhamete dayanan, insana hizmeti merkeze almış, örselenmiş olsa da hâlâ ayakta kalmış bir İslâm medeniyeti.
Ökten İslâm medeniyetinin Osmanlı yorumunu, geleneğimizde var olan tarihsel birikim ve tecrübeye sahip olması açısından, bugün için de büyük bir zenginlik olarak görür. Bununla beraber İslâm medeniyetinin uzun zamandır modernitenin yeni getirdiği şartlar karşısında kendini yenileyemediğini, şu anda var olan şekil ve biçime bakıldığında kendi medeniyetimiz adına bir istikrarın olmadığını, iki medeniyet arasında kararsız ve arada kalmış psikolojiden kurtulamadığını açıkça ifade eder. Diri duran bir medeniyet tasavvurundan bahsederken zaman değiştikçe öze sadık kalınarak formu da dönüştürmek gerektiğini söyler.
Geleceğe dair umudunu her zaman dile getiren Ökten, İslâm medeniyetinin müntesiplerinin tarihte yaptığı gibi, bir kez daha medeniyet hamlesi yapabileceğine, bu konuda Kaderullahın (Allah’ın kaderi) önüne geçilemeyeceğine ve küresel dünyanın çıkmazı olan medeniyet krizine karşı, kurtuluş reçetesi sunacak tek sistemin İslâm’ın değerler sistemi olduğuna inanır.
İslâm dünyasının doğuda ve batıda etkili entelektüellerinden biri olan Seyyid Hüseyin Nasr, 1933 yılında Tahran’da hekim ve âlimlerin mensubu olduğu bir ailede dünyaya gelir. Nasr’ın büyük dedesi, türbesi Safevi Kralı Şah Abbas’ın kabrinin yanında olan meşhur Kâşânlı ârif Molla Seyyid Tâkî Poştmeşhedî’dir. Muzafferiyet ya da yardım manasına gelen “Nasr” ismi, dedesine bizzat İran Şahı tarafından verilmiştir.
Babası Seyyid Veliyullah Nasr, kraliyet ailesine doktorluk hizmetinin yanısıra bir müddet eğitim sistemine riyâset ederek İran eğitim sisteminin modern bir çizgiye dönüştürülmesine katkı sağlar. Ayrıca 1906 parlamentosunda anayasa hazırlanmasında da etkili olur.
Zamanın tek kız enstitüsünden mezun olarak İran’ın ilk modern eğitimli kadınları arasında yer alan Nasr’ın annesi Eşref Hanım’ın ailesi ise İran’ın önemli âlimlerinin mensup olduğu Tabâtabâî’lerden gelmektedir.
Ailesinin entelektüel çevresi nedeniyle oldukça renkli bir çocukluk geçiren Seyyid Hüseyin Nasr; Firdevsî, Nizâmî, Sâdî, Mevlânâ ve Hâfız gibi şahsiyetler ve onların eserleriyle çok küçük yaşlarda tanışır. 1945 yılında ailesinin kararıyla eğitimini tamamlamak üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gider. New Jersey Eyaletinde, Hightstown Peddie School da eğitimine başlayan Nasr, kısa bir süre sonra babasını kaybeder. 1950 yılında en başarılı öğrencilere verilen “Şeref” payesiyle mezun olur. Aynı yıl The Massachusetts Institute of Technology / M.I.T.’ye burslu olarak kabul edilir ve Boston’a taşınır. M.I.T’in fizik bölümünde okurken ileri düzey matematik üzerine de çalışan Nasr, İtalyan felsefeci ve bilim tarihçisi “Giorgio Santillana”nın derslerine devam ederek bilim ve felsefe üzerine çalışır. Bitirme tezi için Harvard’a geçen ve tezini jeoloji ve jeofizik alanında tamamlayan Nasr, kristolografi ve oşinografi alanında çalışmalar yürütür. Giorgio de Santillana’dan ve derslerinden çok etkilenerek, bilim tarihi bölümüne geçer “Islamic Conception of Nature” / İslamiyet’in Tabiat Anlayışı’nı” tez konusu olarak seçer. 1953 yılından itibaren Harvard’da Richard N. Frye’nın asistanı olarak ders vermeye başlar. Tezini “Conceptions of Nature in Islamic Thought” / İslam Düşüncesinde Tabiata Dair Görüşler ismiyle tamamlar.
Harvard’dan öğretim üyeliği teklifi almasına rağmen 1958’de İran’a dönmeye karar veren Nasr, Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesinde yöneticilik, yine aynı üniversitede dekanlık (1968-1972) ve rektör yardımcılığı görevlerinde bulunur.
1972 yılında Aryamehr Bilim ve Teknik Üniversitesi rektörlüğüne atanır ve 1975 yılında rahatsızlanana kadar rektörlük görevini yürütür. 1973 yılında Imperial Iranian Academy of Philosphy’ye seçilir. Daha sonra başkanlığına getirildiği bu Akademide, doktora seviyesinde öğrenci yetiştirme, seminer, konferans, dergi ve kitap çalışmalarını yürütür. Akademi çalışmaları uluslararası nitelik kazanınca, 10 yıllığına Fedaration International des Societes Philosophiques’in yönetim komitesine seçilir. Bu çalışmaların yanı sıra İran, Pakistan ve Türkiye tarafından oluşturulan Regional Council for Development isimli Büyük Kültür Enstitüsü’nün de başkanlığını yapar ve sık sık Türkiye’ye seyahat eder. 1962 ve 1965 yıllarında Harvard Üniversitesi’nde misafir profesör, 1964-65 yıllarında da Beyrut Amerikan Üniversitesi İslam Araştırmaları bölümünde bulunan Ağa Han kürsüsünde profesör olarak görev yapar.
1958’den 1979 İran Devrimi’ne kadar yoğun bir tempoda çalışan Nasr seminerler, konferanslar, televizyon programları yürütmekle birlikte pek çok akademik kurulda da görev alır. Ağırlıklı olarak Farsça ve İngilizce, bazen de Arapça ve Fransızca pek çok makale ve kitap kaleme alır. Kendisi gibi tanunmış bir ailenin kızı olan, eğitimini Amerika ve İngiltere’de tamamlayan Suzan Danişverî ile evlenen Nasr’ın, bu evlilikten Seyyid Veli Rıza ile Leyli adında iki çocuğu olur.
Seyyid Hüseyin Nasr, Tokyo’da açılan İran Sanatları Sergisi’nde ülkesini temsil etmek amacıyla Londra’da bulunduğu sırada İran Devrimi’nin başladığı haberini alır. Bir süre Londra’da kaldıktan sonra Utah Üniversitesi Ortadoğu Merkezi’nde göreve başlar (Mart 1979). Daha sonra Temple Üniversitesinin teklifini kabul eder ve Philadelphia’ya yerleşir.
Nasr ilmi kariyeri boyunca din-bilim ilişkileri, bilim felsefesi ve İslam bilimi üzerine önemli çalışmalara imza atar. Edinburgh Üniversitesi’nde 1981 yılında verdiği Gifford seminerleri, aynı yıl Knowledge and the Sacred ismiyle kitap olarak basılır. İskoçya’nın Glasgow kentinde düzenlenen bu konferanslar bir düşünür için büyük bir onur olarak görülmektedir. 1999 yılında Templeton Religion and Science Course ödülünü alan ilk Müslüman bilim adamı olan Nasr’ın birtakım çalışmalarını içeren ve bilim anlayışını konu edinen bir edisyon eser Yaşayan Filozoflar Serisi Kitaplığında [The Library of Living Philosophers Series] yayınlanır. Nasr genellikle din ve bilim, özelde ise İslam ve bilim arasındaki ilişki üzerine bir dizi kitap ve makaleler yazar. 1964 yılında An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines (İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş) ismiyle yayınladığı doktora tezi İslam kozmolojisi alanında yazılmış ilk eserlerden birisidir.
1968 yılında yayınlanan Science and Civilization in Islam isimli eseri “İslam Bilimi” kavramını gündeme taşır. İslam’ın dünya görüşü içerisinde bilimin anlamını tartışan Nasr, tıp, astronomi, matematik, cebir, kimya, fizik, coğrafya ve tabiat bilgisi gibi alanlarda İslam bilim geleneğinin başarılarını analiz eder. Bu eser birincil kaynaklara dayanmakta olup İslam medeniyetinde bilimin konumuna dair yazılmış önemli bir muhtasar eser olma vasfını korumaktadır.
William Chittick ile üç cilt olarak derlediği An Annotated Bibliography of Islamic Science [Açıklamalı İslam Bilimi Bibliyografyası], İslam bilim tarihi üzerine Batı dillerinde yazılmış eserlerin geniş bir tahlilini sunar.
1976 yılında basılan Islamic Science: An Illustrated Study Nasr’ın İslam bilimi alanındaki en önemli çalışmasıdır. Bu çalışma İslam bilimini, onun felsefi önermelerini, tarihini ve gelişimini görsel malzemeler, resimler ve diyagramlar kullanarak ortaya koyan önemli çalışmalardan birisidir. Nasr bunların yanında İslam ve bilim arasındaki ilişkiyi 1981 yılında yayınlanan Islamic
Life and Thought, 1993 yılında yayınlanan The Young Muslim’s Guide to the Modern World ve 1994 yılında yayınlanan The Islamic Intellectual History in Persia isimli çalışmalarında da tartışır.
Nasr ayrıca din, bilim ve çevre krizi arasındaki ilişki konusunda önde gelen
isimlerden birisidir. The Encounter of Man and Nature: The Spiritual Crisis of Modern Man 1968’de yayınlandığında, çevre krizinin tahripkâr sonuçlarını tahmin eden ilk çalışmalardan biri olur. Bu çalışma modern bilim ve teknoloji tarafından gasp edilmesi ve ele geçirilmesi gereken etkisiz bir unsur olarak kavranan modern tabiat kavramının felsefi bir eleştirisidir.
Gelenekselci Ekol’ün önemli bir ismi olarak Nasr, bilim ile hem maddi hem de manevi bağlamda ilgilenir. Bu açıdan 1981 yılında yayınladığı Knowledge and the Sacred ve 1993 yılında yayınladığı The Need for a Sacred Science çalışmalarında metafizik çatısı altında fizik ile aklî ve naklî ilimlerin iç içeliğini vurgulayarak bir ‘kutsal bilim’ [scientia sacra] ihyasına odaklanır.
1984 yılından beri çalışmalarını George Washington Üniversitesi İslam Kürsüsünde sürdüren Nasr; irfân dairesi içinde Din, Felsefe, Tasavvuf, Bilim Felsefesi ve Tarihi, Mukayeseli Dinler, İslam Sanatı, Gelenek gibi sahalarda elliyi aşkın kitabı, yüzlerce makalesinin yanı sıra yüksek-lisans ve doktora tezlerine danışmanlık yapmak suretiyle yetiştirdiği talebeleriyle çağımızın en önemli Müslüman ilim adamlarından birisi sayılmaktadır. Ülkemizde yapılan lisansüstü pek çok çalışmaya kaynaklık etmiş ve esin kaynağı olmuştur.
Kendilerinin çalışmalarını yakından tanıyanlar “İster bilim felsefesine yönelik çalışmalarında, ister İslam felsefesine yönelik çalışmalarında olsun, değişik disiplinler üzerine kullandığı ortak perspektifin hep ‘sûfî bakış açısı’ olması bağlamında çağdaş bir Molla Sadra veya Sühreverdî ile karşı karşıya olduğumuzu” söylerler. Nasr, düşünce sistematiği üzerine yaptığı çalışmalar hakkında şu değerlendirmede bulunur:“Tasavvufun benim hayatımda hem felsefî olarak ve hem de mânevî olarak oynadığı rol bilinmeden benim düşüncelerim anlaşılamaz.”
Nasr kendisini felsefî olarak “ortaçağcı” olarak tanımlayan eleştirel görüşlere karşı “her ne kadar ortaçağ filozoflarını modern filozoflara tercih ederse de kendisini bir zaman dilimine hapseden bu tanımdan ziyade “Tradisyonalist” olarak tanımlamasının daha doğru olacağını söyler ve Felsefe anlayışının ananevî bir şekilde “hikmet” ve “irfân” esaslı olması gerektiğine vurgu yapar.
İslâm Sanatı alanında da pek çok eserin editörlüğünü, danışmanlığını yapan ve bu alanda da yeni bir “okuma” sunan isimlerden biri olan Seyid Hüseyin Nasr’a göre, “İslâm Sanatı Vahyin ruhunun dünyevî billurlaşması olduğu kadar aynı zamanda semavî hakîkatlerin yeryüzündeki bir yansımasıdır, bu öyle bir yansımadır ki, Müslüman bunun yardımı ile dünyevî çevresinden öteye, bizzat İlahî Hazret’e, yani bu sanatın başı ve sonu olan Hakk’a yolculuğa çıkar.
Seyyid Hüseyin Nasr, “Fikrî olarak seyahat ettiğim bir yerde eğer İlâhî Hakikat’te kökü olan bir felsefe bulduysam, orada kendimi evde hissettim. Çok geçmeden idrak ettim ki, hangi biçimde tecelli ettiyse etsin ya da hangi dilde “Ben” dediyse desin, ‘İlâhî’ her nerede bulunuyorsa orası benim manevî yurdumdur” diyor. Tanrı’yı bilmenin en yüksek seviyesini ise Nasr şöyle ifade etmektedir: “İslam’daki iman ifadesi olan “Lâ İlâhe illâllah” Allah’tan başka ilâh bulunmadığı anlamına gelir. Her insan bu mukaddes ibareyi kendi bilinç ve kavrama seviyesine göre anlar. Fakat en yüksek seviyedeki anlamı İlâhî Hakikat’ten başka bir hakikat bulunmadığıdır. Yolun sonunda anlıyoruz ki, biz yokuz, dünya yok, sadece Tanrı var ve diğer şeyler bu tek ebedî Hakikat’in tezahürlerinden başka bir şey değil…”
Video Albümü
Fotoğraf Albümü